"Son Ada" Zülfü Livaneli: Son Sığınağın Gölgesinde

Son Sığınağın Gölgesinde: Son Ada

“Bir yerde bir kötülük varsa oradaki herkes biraz suçludur.” (Livaneli 111) cümlesi, insanın ruhunu sarsan çarpıcı gerçeğin hüznünü taşır yüreklere. Ne kadar derin ve haklı bir isyandır iyilikten çok olan kötülüğün karşısında. Suç da ceza da herkese kesilir. Zülfü Livaneli'nin kaleme aldığı Son Ada adlı eser; insanı saran, akıcı bir roman olmasının yanı sıra felsefi, siyasi ve toplumsal konuların alegorik olarak aktarıldığı zengin bir içeriğe de sahiptir. Ütopik bir rüyanın, distopik bir kabusa dönmesini Son Ada’nın anlatıcısı okura aktarır. Anlatıcı, yok olmuş bir cennetin dünyaya açılan sesi olma görevini üstlenir. Gözlemci bakış açısıyla sunulan olay örgüsü, Başkan Gelmeden Önce ve Başkan Geldikten Sonra olmak üzere iki temel kurgu üzerinden yansıtılır. 

Başkan Gelmeden Önce, cennetten bir köşe olarak nitelendirilen (15) ada; içlerinde kötülük bulunmayan hoşgörülü, anlayışlı, ada iklimine ve rahatlığına uyum sağlamış barış ve huzur içinde, doğa ile barışık yaşayan insanlarla betimlenmektedir. Adanın dışarıdaki dünya ile tek bağlantısının haftada bir uğrayan vapur olduğunu görürüz. “Evler, haftada bir uğrayan vapurun yanaştığı, daha doğrusu çok büyük olduğu için yanaşamadığı ve açıkta demir atarak, malzemenin küçük motorlarla adaya taşındığı derme çatma iskelenin bulunduğu uçtan başlar; 1, 2, 3… diye 40’a kadar sıralanarak gider.” (18) Hiçbir sıfata sahip olmadan eşit olarak yaşamlarını sürdüren bir grup insandır adadakiler. “Biz buradaki insanlara daha çok ev numaralarıyla sesleniriz.”(18)  Martılar ise dış dünyadan habersiz bu güzel ve hür adanın âdeta özgürlük sembolleridir. “Nasıl olduysa rastlantılarla adayı bulmuş kırk sakin aileydik. Huzurluyduk, kimse kimsenin işine karışmıyordu. Onca yaralanmadan, hayal kırıklığından ve derin acıdan sonra adada edindiğimiz yeni dostları o kadar yürekten seviyordum ki, buraya “Son Ada” adını takmıştım. Evet evet; son ada, son sığınak, son insani köşeydi burası. Tek isteğimiz bu dinginliğin bozulmamasıydı.” (16) Fakat korkulan olur. Ada, dış dünyadan uzak ve uzak kaldığı kadar da mutluyken, darbeci eski bir Başkan sakin bir emeklilik hayatı (26) sürmek için 24 numaranın ölümü ile boşalan evi satın alır ve adaya yerleşir. İşte burası hikâyenin kırılma noktası ve kitapta ikinci perdenin açılma sahnesidir.

Başkan Geldikten Sonra, içinde yaşadığı koşullara ve iklime ayak uyduran (27) insanların yüreklerine “medeniyetleşme” ve “zenginleşme” (70) adı altında korku, kin ve nefret tohumları ekilir ve sahne bittiğinde insanların dönüştüklerini o korkunç yüzle baş başa kalırız. “Oysa insanlar eşit değildir. Güçlüler ve zayıflar vardır ve hayat bunlar arasındaki mücadeleden ibarettir.” (72) Darbeci eski Başkan’ın kibri, hırsı ve ihtirasının ilk kıvılcımı sabahları evlere süt dağıtan bakkalın sakat oğluna atılan dayakla ortaya çıkar. İnsanlık susar. Ada sakinlerinden kimse bu olaya sesini çıkarmaz oysa o dayak herkese atılmıştır. Ağaçlar kesilir ve ağaçlar da kuşlar gibi birer birer terk eder adayı. Kin ve nefret yavaş yavaş martılar üzerinden empoze edilir insanlara. Adada insanlardan bile eski olan bir zamanların özgürlük sembolü martılar artık düşman olarak görülür. “Hür yaşamak”, “özgürlük” düşmanıdır artık insanın. Ekolojik denge temelinden sarsılır ve insanların başlattığı kıvılcım, ateşe döner. Nihayetinde de o ateş kendi üstlerine sıçrar. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları kötülük yine kendilerini bulur. Adadaki evler yanar, bir hiç uğruna masum insanlar ölür. Bu haksızlığa karşı çıkanlar da vardır: Lara, Yazar, bakkalın sakat oğlu gibi… Başkan, yarattığı bu karanlık çukurdan kaçarak kendini kurtarmak ister. Başkan’a bir kişi hariç kimse karşı çıkamaz... “O, kimsenin dikkat etmediği, insandan bile sayılmayan, varlığı fark edilmeyen sakat çocuğun sesini ilk kez duyuyorduk ama bu çığlığı duyanların bir daha unutabileceklerini sanmam. Öfke ve isyan yüklü bir çığlıktı bu; dünyanın bütün haksızlıklarına, bütün zulümlerine karşı atılmış müthiş bir çığlık.” (180) Ve Başkan’ın kendi elleriyle yarattığı çukur, onun mezarı olur. 

Sözün özüne gelirsek, eskiler doğruyu söylemiş “Bir bahçeye giremezsen, Durup seyran eyleme. Bir gönül yapamazsan, Yıkıp viran eyleme” (Yunus Emre). Ne zaman insanoğlu bu ihtirasının bu toprakları çölleştireceğini ve her şeyi yiyip bitireceğini anlayacak. Belki de bir Kızılderili sözünde söylendiği gibi ‘son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın, gücün yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!’ Kitap, “Şiirler silahtan güçlüdür” (85) der. O hâlde sözümüzü Nâzım Hikmet’in şu güzel Davet mısralarıyla sonlandıralım:

DAVET

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan

Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan

bu memleket, bizim.


Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak

ve ipek bir halıya benzeyen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.


Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

yok edin insanın insana kulluğunu,

bu dâvet bizim....


Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür

ve bir orman gibi kardeşçesine,

bu hasret bizim...


Kaynakça

        Livaneli, Zülfü. Son Ada. 166. Baskı. İstanbul: Doğan, 2008. Baskı.

Yorumlar

  1. Harika bir yazi! Diger yazialrinizi okumak icin sabirsizlaniyorum

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Kırmızı Saçlı Kadın" Orhan Pamuk: Babasız Oğul, Oğulsuz Baba

"Koku" Patrick Suskind: Karanlıktan Aydınlığa